Akutstresin belirtileri çoğu kişi tarafından bilinmektedir. Bu, insanın yaşamında ters giden şeylerin biraraya toplandığı bir kirli çamaşırlar listesidir. Tamponu çökerten bir araba kazası, önemli bir kontratın kaybolması, zamanında yetişmesi gereken görevler, çocuğun okuldaki rutin sorunları v.s Enneagram dokuz ayrı kişilik tipini ve bu tiplerin nasıl karşılıklı nasıl bir ilişki içinde olduklarını açıklayan eski bir öğretidir. Enneagram testi; bilinen en faydalı kişilik testi olma özelliğine sahiptir. Çünkü, bir kişilik testi olmaktan çok daha fazlası, bir kendini tanıma, kişisel gelişim ve dönüşüm Bir şey ters gitmeye başladı mı, insanı ağlatana kadar ters gider.” posted 1 year ago , 187 note(s) , reblog tagged: #stephen king #bir şey #ters gitmeye başladı mı #sonra her şey #ters gider #ağlatana kadar #her şey ters gider #benim hayatım #meyusadam Bu süreçte şansınız yaver gider ve hemen casual ya da mesleğinizle alakalı bir iş bulabilirseniz, birikiminiz tamamen erimeden işleri yoluna koyabilirsiniz elbette ama kendinizi her koşula maddi ve manevi olarak hazırlamanız, moral ve motivasyonunuzun da yüksek kalmasını sağlayacak ve yeni hayata adaptasyon sürecini 39. bazen içimde bir şeyler kırmak isteği geçer. 40. başka bir şey yapmaktansa çoğu zaman oturup hayal kurmayı severim. 41. kendimi toparlayamadığım için günler, haftalar hatta aylarca hiç bir şeye el sürmediğim olur. 42. ailem seçtiğim (veya seçmek istediğim) mesleği beğenmiyor. 43. kuşkulu ve rahatsız uyurum. cash. Hekim'Anestezistin işine çok karışan cerrahın işi ters gider' Türk Anesteziyoloji Ve Reanimasyon Kongresi bin 400 hekimin katılımıyla Antalya’da yapıldı. Kaynak MEDİMAGAZİN - DRİBRAHİM 1221Abone OlYurtdışından bir çok konumacının da katıldığı kongrede Yaşargil de anestezistlerle deneyimlerini paylaştı. Hasta güvenliğinin ağırlıkla incelendiği kongrenin basın toplantısında anestezi uzmanlığının toplumda yeterince tanınmadığı vurgulandı. Hastaların ameliyat sonrası normal yaşama dönene kadar geçirdikleri cerrahinin onlara ağrı vermeden, etki oluşturmadan ya da herhangi bir fonksiyon kaybına uğramadan geri dönmelerini sağlayacak bir branş olduklarını kaydeden Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği Başkanı Prof. Dr. Neslihan Alkış, "Önceliğimiz güvenlik. Bu güvenliği sağlarken teknoloji inanılmaz yardımcı. Enformasyon yani çok fazla bilgiye ihtiyacımız var. Bizim kullandığımız teknolojiler bunlara hizmet veren teknolojiler. Hala anestezi ya da ameliyatlar da bir takım zarar veriliyor, bunları nasıl önleyebiliriz, hastayı ne kadar hızlı eski hayatına döndürebiliriz, bunun üzerine çabalıyoruz" diye konuştu. Alkış Anestezi korkusu Anestezi korkusunun toplumun büyük kesiminde olduğunu belirten Prof. Dr. Neslihan Alkış, bunun da yeterli bilgilendirmeyle aşılabileceğini vurguladı. Anesteziyi anlatan bir kitap hazırladıklarını anlatan Prof. Dr. Alkış, şöyle konuştu "Ameliyathaneler kişinin hayattan kopmamaları için en güvenli yerler. Ameliyathanede hayatınız en ciddi riske girdiği an yanınızda ciddi ekipman ve anestezistler var. Cerrahi girişimlere maruz kalan kişilerin hayatta kalmasını sağlayan bir branşız. Bence anestezi korkusu çok anlamlı bir korku değil, öğrenerek aşılabilir. Anestezinin özelliği belki beyin ameliyatları ya da kalp, akciğer transplantasyonları, ameliyatın uzunluğu bir risk ekliyor ama 'anestezinin süresi bitti' diye bir şey yok. Ne kadar kısa cerrahi ve anestezi o kadar az travma. Anestezi ilaçlarının en büyük özelliği vücuttan atılım süreleri kısa ilaçlar olmaları. Artık güncellenmiş ilaçlarımız var ki, solunumla verdiğiniz anesteziyi kapattığınız anda hasta birkaç saniye içinde ilacın etkisinden kurtuluyor. Hastanın hücresine giden oksijeni ölçebilecek hale geldik." Ameliyattan sonra ağrı korkusu Ameliyattan sonra ağrı korkusunun da çok yaygın olduğunu ve ağrı tedavisinin ameliyatla ilgili bakımın ön önemli parçası olduğunun altını çizen Prof. Dr. Neslihan Alkış şöyle konuştu "Hastanın eski fonksiyonlarını kazandırabilmek için konforlu bir hayata uyandırmak zorundayız. Ne kadar büyük bir kesi olursa olsun ameliyat sonrası ağrısız dönem herkesin en büyük insanlık hakkı. İyileşme döneminin uzamaması için ağrı tedavisinin çok başarılı olması gerekiyor. Artık damar yoluyla verebileceğimiz bir ilaca kavuştuk. Ağrı kesicilerin yaratabileceği bulantı, kusma ya da bağırsak enfeksiyonu gibi etkileri de ortadan kaldırıyor. Bir Türk firmasının bunu Türkiye'de geliştiriyor olması bizi çok mutlu etti." "Pamuk ipliğini tutan biziz" Anestezinin teknolojiye açık ve gelişmekte olan bir bilim dalı olduğuna dikkati çeken Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği gelecek dönem Başkanı Prof. Dr. Hülya Bilgin, anestezistlerin çalışma güvenliğine değindi. Sürekli karanlık ortamlarda yapay ışıklarda çalışıp, mesaisine ara vermeyen bir meslek grubu olduklarını belirten Prof. Dr. Bilgin, "Sürekli cerrahinin talepleri doğrultusunda çalışıyorsunuz. İnsan hayatı pamuk ipliğine bağlıysa, o pamuk ipliğini tutan kişiyiz aslında" diye konuştu. Bilgin Dermatoloji gibi branşlarla çalışma şartlarının çok farklı olduğunu kaydeden Uzun çalışma süresinden dolayı, anestezistlere daha çok ihtiyaç var. Nöbet iznimiz yok. Neredeyse sürekli çalışıyoruz. Mesai gibi bir kavramımız da yok. Bir dermatologun çalıştığı koşullarla izim çalışma koşullarımız çok farklı’ diye konuştu. Cerrahlara da çağrı yapan Bilgin Anestezistin işine çok karışan cerrahın işi ters gider’ şeklinde konuştu. Bakanlığa çağrı Her hastanede asgari anestezi cihazları olmalı diyen Bilgin, Bakanlığın bazen anestezistleri atadığı yerde bu şartların çalışmadığına vurgu yaparak oksimetri olmayan bir hastanede anestezistin çalışmaması lazım, hem hasta hem de çalışan güvenliği açısından. Diğer taraftan ameliyathanedeki gazlar için atık sistemi kurulmalı.’ dedi. kongre türk anesteziyoloji ve reanimasyon kongresi prof. dr. neslihan alkis anesteziyoloji anestezi korkusu ameliyattan sonra agri prof. dr. hulya bilginBu haberler de ilginizi çekebilir 15/12/2019 Manavgat, SahilAnnem bir gün ’İnsanlar denize neden girer? Zevk için mi yoksa ihtiyaçtan mı?’’ diye düşündükten sonra cevaplamıştım’Zevk için gidiyorlar. Bu bir ihtiyaç değil.’’İnsanlar denize keyif almak için giderler. Kumsalda uzanır, güneşlenir bronzlaşır, birkaç kulaç attıktan sonra da bir şeyler yeyip içerler. Gitmeseler ne olur? Kimse denize gitmedi diye ölmez. Bu tamamen zevke dayalı bir üzerine biraz daha düşününce aslında bunun da bir ihtiyaç olduğunu anladım. Yapılan hiçbir şey kendiliğinden gerçekleşmez. Bir şeyin ortaya çıkması için bir sebep, bir amaç, harekete geçirici bir şey gereklidir. Her tepki başka bir etkinin de adam emniyet şeridinden giderken bir anda polisi görüyor ve ceza yememek için tekrar normal şeride girmeye kalkıyorlar. Ancak hemen solundaki araç o anda kendi şeridinde ilerlemeye devam ettiği için bir çatışma durumu ortaya çıkıyor. Kendi şeridinde ilerlemeye devam etmek isteyen ve emniyet şeridinden çıkmak isteyenlerin amaçları o anda birbirine bu anlaşmazlık sonucu emniyet şeridini işgal eden araç yanındaki aracın önüne geçiyor ve durdurup hesap soruyor, sinirleniyor, arabanın yan aynasını kırıyor ve aracın üzerinde zıplayıp araca zarar vererek oradan ayrılıyorlar. Diğer araçtaki yani kendi şeridinde giden hatasız sürücünün bir kadın ve bunun üzerine bir de hamile olması Anneliğe atfettiğimiz kutsala karşı gelinmesi ve kendi annemizle özdeşleştirme durumu doğal olarak olaya sadece kadın sürücü ve mağdur olan taraftan bakmamızı daha da her eylemin bir sebebi var. Biz bunun farkında olsak da olmasak da bu denize zevk uğruna gittiklerini söylemiştim. Ancak işin aslı öyle değil. En keyfine düşkünü için bile öyle değil. İnsanlar tatil zamanlarında akın akın denize gidiyorlar, o kadar yol, masraf ve yorgunluğu göze alıp yapıyorlar bir de bunu. Hatta çoğu zaman tatil, dinlenmekten çok yorgunluk bırakıyor insanlarda. Ancak buna rağmen neden hala denize girmeyi istiyoruz? Buna hala zevk diyebilir miyiz?Zevk dediğimiz şey astarının kılıfından daha pahalıya gelmediği zamanlarda ortaya çıkıyor. Bu kadar yorgunluk ve maliyetin olduğu bir eyleme artık zevk bir yıl boyunca sevmediğimiz işlerde, sevmediğimiz insanlarla, sevmediğimiz ortamlarda çalışmaya biçtiğimiz bir ödülün ihtiyacıdır bu. Maliyeti, yorgunluğu, çekilecek çilesi ne olursa olsun o bir yılın karşılığında kendimize vermemiz gereken bir karşılıktır. İnsan çektiği çileye karşılık bir şeyler bekler. Kötü bir şey olduğunda cezalandırmak iyi bir şey olduğunda da ödüllendirilmek zihnimiz böyle çalışır ve beklentilerimizin çalışma mekanizması da budur. Mağdur olanın yanında olma eğilimi bu nedenle mekanizma hikayelerin de omurgasını trajedi ve edebiyat bu temel mekanizmaya sahip olursa daha çok kişi tarafından kabul görür. Klasik anlatı, giriş gelişme ve sonuç olarak üç bölümde ilerler. Dizilerde şöyle bir senaryoyla çok karşılaşırız. Fakir ama gururlu bir gençle, zengin ve güzel bir kız birbirine sever ancak önlerinde bazı engeller vardır. Bu hikayenin daha girişi bile bizi otomatik olarak saf tutmaya yöneltir. Genciyle yaşlısıyla toplumdaki konumu ne olursa olsun böyle bir hikayede daha en başında hemen herkes kendisini fakir ama gururlu gencin safına biz her ne kadar o genç gibi fakir olmasak da kendi hayatlarımızda bir şeylere karşı savaşmak zorunda kalırız ve bununla mücadele etmek zorundayız. İşte bu genç bir anda [kadın ya da erkek olmamız fark etmez] o hikayede -kendi dünyamızdaki- bizi temsil etme görevini yüklenmiş olur. Daha doğrusu bu yükü içsel olarak ona biz gelişme kısmında fakir gençle zengin kız birbirine aşık olur ve kızın babası bu ilişkiye izin vermez. İşte bu süreçte kendimizi gence karşı daha yakın hissederiz. Artık karşımızda zengin ve güçlü bir karakter yani aslında bir engel olan kızın babası vardır. Kendi hayatlarımızda bu karakter müdürümüzdür, babamızdır, anlaşamadığımız iş arkadaşlarımızdır veya başka engellerimizdir. Gencin karşısına çıkan bu engel bu nedenle artık bizim de engelimiz olur ve onun bu engeli aşmasını onunla beraber biz de umut etmeye hayatında meydana gelen ’bir takım tesadüf ve şans’’ düzenekleri yardımıyla 180 derecelik bir değişim olur. O artık fakir değil zengindir. Bu izleyici ya da okuyucu olarak bizi bir miktar rahatlatır ancak yeterli olmaz. Kızla oğlan henüz bir araya gelmemişlerdir. Doğamız gereği bir işin eksik kalması psikolojik olarak bizi rahatsız eder. Tamamlanmayan her iş aslında bizim için yok hükmündedir. Bu nedenle sonuç kısmında oğlan ve kız birçok engeli aştıktan sonra -mutlaka- mutlu sona ulaştırılır. Ve hepimiz rahat bir nefes alıp koltuklarımızda geriye doğru bize iyi kötü biten filmler genellikle beğenilmez. Yorum kısmına bakarsanız böyle filmler genellikle ’Filmde bir şeyler eksik kalmış’’ diye yazılmış yorumlara maruz kalır. Bu nedenle Amerikan filmlerinde dünyayı istila eden uzaylılara karşı insanlar her zaman galip gelir. Dünyayı kurtaranlar Amerikalı olsa bile hangi milletten olursa olsun kendimizi uzaylılara karşı mücadele edenlerle özdeşleştirir ve dünyanın kurtulmasını onlar gibi biz de gelişme ve sonuç kısmının mekanizması bu şekilde çalışır. Aristoteles tiyatrolarda oynanan tragedyaların bu mekanizmaya sahip olması gerektiğini söyler. Tiyatro ya da sinemada gerçek dünyadaki yansımaları alır ve olayın geçtiği mekanı ve kişileri taklit eder. Buna mimesis denir. Platon kendi ontolojisinde dünyayı ikiye ayırır. Asıl olan idealar dünyası ve bir de bu ideaların birer yansıması olan ve şu an içinde yaşadığımız dünya. Bu mimetik evrende ressamın yapmış olduğu bir resim zaten taklit olan bu dünyanın ikinci kez taklidinin yapılmış olmasından dolayı asıl olandan bizi bir kez daha uzaklaştırmış olur. Bu nedenle Platon’a göre sanat yasaklanmalıdır. Çünkü sanat bu haliyle insanı gerçekten uzaklaştırmaktan başka bir işe Aristoteles bu konuda hocasından farklı düşünür ve mimesis’i yani taklit etme kavramının yanına bir de katharsis kavramını ekler. Katarsis, mimesisle yaratılan bir dünyada başımızdan gerçekçi bir olay geçmesinin sağlanması ve bu mimetik süreçten sonra ruhsal olarak arınarak rahatlamanın adıdır. Ki şu an sinemanın veya edebiyatın bize yaptığı şey de aslında budur. Başkalarının hayatlarına birer izleyici olarak dahil olmakmimesis kendimizi onlarla özleştirmek ve onların acılarına ortak olduktan sonra yine en az onlar kadar bu acıyı ortadan kaldırmayı istemek ve mutlu olmakkatharsisHer şeyin başka bir şeye tepki olarak harekete geçtiğini söylediğimiz bir evrende olaylara diğer taraftan bakmayı ne kadar deniyoruz bunu hiç düşündünüz mü? Zengin babanın, kötü dediğimiz insanların, yolda magandalık yapanların ruh halini ne kadar anlamaya çalışıyoruz?Sosyal medyada bu yol kavgası olayın patlamasının ardından magandalık yapanların bir baklava şirketinin olduğu ve bu şirketten bir daha alışveriş yapılmaması üzerine bir kampanya başlatıldı. Yukarıda anlattığımız mekanizmaya ne kadar uyuyor değil mi? Engelle karşılan hamile bir kadın ve onun bu engeli aşmasına yardımcı olmak için sıraya giren binlerce insan. O kadının yanında olmayı aslında kendimiz için istiyoruz. Bu dünyada hala bir adalet olduğuna, kötünün cezasını, iyinin de ödülünü aldığı bir dünyanın hayali bize haz veriyor. Doğal olarak karşı tarafı hemen ötekileştirip cezalandırma işlemine başlıyoruz ki rahatlayalım. Sorunun tam olarak çözülmesine gerek yok, günü zihinsel olarak rahatlamış olarak kapatalım yeter. Bunu bazen sanal olarak katıldığımız bir imza kampanyasında ya da attığımız bir tweet ya da facebook paylaşımı sayesinde halledebiliyoruz ne de adamları, uzaylıları bir an önce öldürmeyi istemek ve engeli ortadan kaldırmaktır burada yaptığımız. Ancak engelin neden ortaya çıktığını bu şekilde yazıyla magandalığı, zorbalığı ya da kötülük yapanları normalleştimeye çalıştığım düşünülmesin. Bunların yapılmaması gerektiğine ben de katılıyorum. Ancak bu olaylara karşı verdiğimiz tepki, süreci iyileştirmekten çok körüklemeye yaramıyor mu? Bu adam bu magandalığı neden yapıyor? Onu emniyet şeridini ihtiyaç dışı kullanmaya iten sebep nedir? Bu magandaların sayısı neden bu kadar fazla ve gittikçe artıyor? Adalet duygusuna bu kadar ihtiyaç duyulan bir döneme hiç ses çıkarmayan ancak her şeye yorum yapanların aslında ne kadarı masum?District 9 filminden bir sahneÜlkemizde yaşayan üç milyon Suriyeli göçmen. Bu sayının yarıdan fazlası çocuk. Yarın büyüyüp birer yetişkin olduklarında dünyayı nasıl algılayacaklar? Umutlular mı? Geleceği dair planları neler? Peki ya bizim çocuklarımız? Onlar ne durumda? Peki ya bizler? Bizler hayattan istediğimizi alabiliyor muyuz? Sabahın köründe kalkıp işe giden, gecenin bir yarısında da eve dönen vatandaş halinden memnun mu? Dedim ya amacım kötüye iyi demek değil. Ancak kötünün neden kötü olduğunu anlamak zorundayız. Bu zorundalığın altında da yine kendi dünyalarımızı daha güzel kılma ideası var. Yine haz kaynaklı bir eylemin mahsulü aslında her 9 oluşturduğu mimetik evren ve izleyicide uyandırmaya çalıştığı katharsis duygusuyla bu konuya dikkat çekmeye çalışan güzel bir film. Konusu itibariyle de çok özgün. Dünyaya gelen bir uzay gemisi ve içinde bulunan milyonlarca uzaylı. Güney Afrika’da bir yerde bu uzaylılar için bir mülteci kampı kuruluyor. Tekrar gitmeye karar verene kadar o bölgede tutuyorlar uzaylıları. Ancak sonra o ülkenin halkı ayaklanıyor. Bu uzaylılar bize zarar veriyor, onları istemiyoruz diye sesler yükseliyor. Bir vatandaşla yapılan röportajda şu cümleler geçiyor’Onları istemiyoruz. Başka bir ülkeden gelseler neyse ama onlar dünyadan bile değiller.’’Aslında bu konuşma dünyayı ne kadar sahiplendiğimizi de gösteriyor bize. Başka bir ülkeden olsa neyse cümlesindeki ’kibir’’ ve ama onlar dünyadan bile değiller cümlesindeki ’ben buranın sahibiyim’’ yanılgısı çok belli oluyor. Ve öncelik sonralık algısı maalesef yanıltıyor bizi. Önce giden oranın sahibi olur. İlk bulan kazanır gibi bir algı bu. En basitinden bu algı askerlikte bile varlığını sürdürür. Önce giden sonra gidenden her zaman üstündür. Önce giden kendinden sonra gelene devreder artık işleri. Devrecilik sistemi kendi kendine oluşmaz. Yanlış giden bir şeye yanlış verilen bir tepkinin sonucu olarak açığa çıkar. Her şeyde olduğu gibi burada neden ve nasıl sorulmaz, gelene geldiği gibi ayak uydurulur. Ola gelen düzenek beslenip, büyütülür ve onu besleyip büyüten de yine ondan şikayetçi olan bizler tarafından istemiyoruz dememizin altında yatan, bize bu haklılığı veren şey nedir? O topraklarda, uzaylılardan daha önce bulunduk diye o toprağın sahibi olma hakkını almış olur muyuz gerçekten? Önce olmak, önce var olmak, o sıraya önce oturmak bundan sonrada o sırada ya da koltukta oturma hakkını bize vermiş olur mu? Bir şeye sahip olmak için ona önce varmış olmak yeterli midir? Bir şeye sahip olmak gerçekten de mümkün müdür?Daha önce de Almanya’ya çalışmaya giden Türk işçilere ’Pis Türk. Çalış.’’ denmesi haklılığını bizden daha önce orada yaşadığı için kendini oranın sahibi olarak görme hakkını teslim eder mi her Almana? Ya da Nazi dönemindeki gibi Almanya Almanlarındır deyip Yahudileri göndermek hatta yakmak gibi bir haklılığı kendimizde görebilir miyiz zamanında bu haklılığı kendinde görmüş olanlar gibi?Ya da her hangi bir konuda haklı olduğumuzu nasıl söyleyebiliriz? Felsefenin kişiye öğrettiği ilk şey kavramların ne olduğu üzerinedir. Ağaç, elma, masa, kitap, dünya nedir? Ben nedir? O nedir? Bilgi nedir? Bir şeyi bildiğimizi söylerken o şeyi bildiğimizden tam olarak nasıl emin olabiliriz? İşte bu düşünce biçimi ve kavramların aslında ne olduğu daha en baştan öğrenilir ki daha sonra tartışılmak istenen konu iki taraf için de aynı olmasa bile makul noktada ’Bu dünyadan nefret ediyorum.’’ diyen birisinin bu yargıya tam olarak varabilmesi için öncelikle ’Bu dünya’’ derken kastettiği dünyanın tam olarak ne olduğunu, onu nasıl algıladığını ve bu algılamanın doğru bir algılama olup olmadığını bilmesi gerekmez mi? ’Ediyorum’’ derken oradaki gizli özne olan ben’le tam olarak ne ifade ediliyor? Ben kimim? Ben demek kendine sınırlar çizmek ve taraf tayin etmek üzere kullandığımız bir ifade şekli değil midir? Ancak ben gerçekten diğer şeylerden ayrı mıyım? Ben derken kendi Ben’im diye bir şeyin kanıtını tam olarak sunabilir miyim? Ya kendimi her şeyden ayrı görüyor ancak bu görmenin bir yanılgı olduğunu fark etmiyorsam? O zaman elimizde yeterli bilgi olmadan bu dünyadan nasıl nefret edebiliriz ki? Bu nefret etmek değil de olsa olsa bilmediğimiz şeyler üzerinden vardığımız bir ön yargı değil midir sadece?Denize zevk için giriyor gibi görünen insanların aslında gizli bir ihtiyaçtan dolayı girdiklerini bu ön yargılarla anlamayız. Biz sadece yargıda bulunuyoruz. Bu anlamaya çalışmaktan çok kısa yoldan sadece yargılamanın bir ürünü olabilir. Tecavüz, cinayet, hırsızlık, magandalık olaylarında yapan kişiyi sadece cezalandırmayı istemek ancak bu olayların neden meydana geldiğini araştırmamak farkında olmadan bu sistemi büyütmekte bizim de katkımız olduğunu göstermez mi?İdamı geri getirmek ancak sadece idam cezasının varlığıyla tatmin olmak var olan sorunlara çözüm bulmaya yeterli olur mu? Bir çocuğu gelecek endişesiyle korkutup ders çalışmasını sağlamaya benzer bu. Halbuki o çocuğa öğrendikleriyle neler yapabileceğini, hayatın bilgi sayesinde, anlamak sayesinde çok daha güzel olabileceğini ve asıl olanın zaten güzel olduğunu ve bu güzelliğe de yine güzellik bilgisiyle yani matematikle, geometriyle, felsefeyle, sanatla ulaşabileceğimizi gösterebilmemiz biliyoruz? Ve bildiklerimizin bir yükümlülüğü var mı? Varsa bu yükümlülükler nasıl yerine getirilmelidir konularını çok acil ve derinlikle masaya yatırmamız ve kendi merkez noktamızı yine kendimiz bulmamız gerekiyor. Aksi halde başkasının ipiyle indiğimiz kuyuların sonu hep karanlığa çıkmaya devam gerçekten denize neden girmek ister?Bilgiyle Kalın. Kategori Sizden Gelenler Osman dört yıldır bir şirkette çalışıyordu. İşinden memnundu. Üçüncü yıldan sonra biraz heyecanını kaybetmişti ama yine de işinde elinden geldiğince verimli olmaya çalışıyordu. Sabah zamanında gidip akşam zamanında çıkıyordu. İşler nasıl diye sorulduğunda aklına ufak tefek şikayet edecek konular gelse de “iyi” diye cevap veriyordu. Ancak dördüncü yılın sonunda İnsan Kaynakları yöneticisi kendisini yanına davet etti ve işten çıkarıldığını bildirdi. Osman deyim yerindeyse şok olmuştu. *** Rabia ile Begüm sürekli birlikte takılan iki arkadaştılar. Üniversite birinci sınıftan itibaren yakın arkadaş olmuşlardı. Birlikte ders çalışıyor; birlikte sinemaya gidiyor; evlerinde birbirlerini ziyaret ediyorlardı. Dışarı çıkacakları zaman, ne zaman nereye gidileceği konusunda bazen fikir ayrılıkları oluyordu; hatta bunun sonucunda çatışmalar da… Ama yine de arkadaşlıkları sürüyordu. Bir gün Begüm Rabia’ya ders notu getirecekti; ne var ki ders notunu getirmeyi unutmuştu. Rabia bu duruma inanılmaz büyük bir tepki verdi. Sanki Begüm Rabia’nın çok önem verdiği bir varlığına zarar vermişti. Rabia’nın tepkisi o kadar şiddetliydi ki, o günkü kavgadan sonra bir daha konuşmadılar. Begüm olan bitene bir anlam verememişti. *** Ahmet Bey, televizyon tamircisine dert yanıyordu.” Düne kadar hiç problemsiz çalışıyordu. Birden bozuldu. Ne olduğunu anlayamadım. Bozulması için hiçbir geçerli neden yok. Bir şey durup dururken bozulmaz ki…” *** Faruk ile Sevinç birbirlerini severek evlenmişlerdi. Mutlu olduklarını düşündükleri birkaç yıldan sonra evlilikleri önemli ölçüde bir alışkanlığa dönüşmüştü. Ancak yine de görünen bir sorun, büyük kavgalar ve çatışmalar yoktu. Yaşam standartları da ortalamanın üstündeydi. Evliliğin beşinci yılında Faruk, Sevinç’ten ayrılmak istediğini söylediğinde Sevinç inanılmaz ölçüde şaşırmıştı. *** Derimax isimli deri konfeksiyon şirketi, 1990’ların başında kurulmuştu. Özellikle İstanbul Beyazıt’ta alışveriş yapan Rus turistlere deri ceketler ve kabanlar satıyorlardı. Derimax’ın işleri özellikle 1990’ların ortalarında zirveye çıkmıştı. Milyon dolarlar kazanıyorlardı. Ancak 1998 geldiğinde şirketin işleri bıçak gibi kesildi. Depoda milyon dolarlık mallar vardı. Çeklerle alınmıştı, hiç satış yoktu ve montların borçlarının geri ödenmesi imkansızdı. Derimax yöneticileri problemin üstünden gelemeyerek iflas ettiler. *** İnsanlar özellikle yavaş yavaş gelişen değişimleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Değişim bir eşiği aştığında ise iş işten geçmiş oluyor. Bir kova düşünün. Kovadaki su, doldukça yükselir. Ancak bir sorun yoktur. Kova su almak için tasarlanmıştır. Ancak kova su aldıkça su yükselir. Yine sorun yoktur. Ancak kovadaki su en üst noktaya geldiğinde kova taşmaya başlar. Daha önce bir sorun olmayan su akışı, artık radikal bir soruna dönüşmüştür. Önceki durumla ilgisi olmayan bir durum söz konusudur. Aslında olacaklar önceden bellidir; ancak önlem alınmamıştır. Bir şirkette çalışırken birden atılıyorsanız, siz farkında olmasanız da kovayı dolduran bir şeyler olmuştur. Bir arkadaşınız ya da eşiniz sizden ayrılmaya karar verdiyse siz fark etmeseniz de onları rahatsız eden kovayı dolduran bir şeyler olmuştur. Bir televizyon ya da bilgisayar birden bozulmaz, tıpkı bir paket lastiğinin gerile gerile kopması gibi bir sürecin sonunda bozulur. Biz görmesek de televizyonun içinde bir yerde bir parça ısınmıştır ya da başka bir sorun olmuştur. Tüm diğer örneklerde de bizim fark etmediğimiz bir sürü aksaklık kovayı doldurmuştur. Dolayısıyla kovanın taşması bize şaşırtıcı ve anlamsız geliyor. Kovanın taşmaması için olan bitenin farkında olmak ve zamanında müdahale etmek gerekiyor. Yaşamınızdaki kovaları taşırmamanız dileğiyle… Yazan Melih ARAT Gönderen Elif VEYİSOĞLU Battı balık yan gider Türk Atasözü Türk futbol takımlarının borçları gelirleriyle ödenemeyecek düzeylere tırmanmış bulunuyor. Üstelik gelirleri TL ile harcamaları Euro ile. Yani bu işi başa baş noktaya getirmeleri mümkün değil. O nedenle yükü bankalara yıkmışlar, sanki hiç borçları yokmuş gibi hala hovardaca milyonlarca Euro harcayıp yeni oyuncular alıyor, izleyen yıl çoğunu tazminat ödeyerek yolluyor ve yerine yenilerini transfer ediyorlar. Çoğu tüketici de futbol kulüpleriyle aynı durumda. Bankalara borçları inanılmaz boyutlarda. Bir kredi kartının borcunu diğeriyle ödeyerek borcu daha büyük borçla kapatıyor ve sanki böyle bir borçları yokmuş gibi harcamaya devam ediyorlar. AVM’ler, restoranlar, kafeler tıklım tıklım dolu, trafikte arabadan geçilmiyor. Bu konuları hiç bilmeyen birisi bizim futbol takımlarını çok zengin, tüketicilerimizi de yüksek gelirli sanır. Hiçbir olayın tek bir nedeni yoktur ama çevremizde gördüğümüz ve nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığımız harcama bolluğunun en önemli nedeni budur Yani insanlar artık borçlanmayı tıpkı futbol kulüpleri gibi gelirlerinin bir parçası olarak görmeye başlamışlar. Sonunda bir şekilde devletin faizleri sileceğini ve bankaların bunu üstleneceğini tahmin ederek devam ediyorlar battı balık yan gider yaklaşımı. Haydan gelen huya gider Türk Atasözü Türkiye’de gelirlerin önemli bir bölümü kayıt dışı. Bunu hepimiz biliyoruz. Esnaf, bunu kendisi söylüyor zaten 100 mal satıyorsak 20 gösteriyoruz’ diyor. Demek ki satıştan elde edilen paranın yüzde 80’inin KDV’si ödenmediği gibi ele geçen gelirin yüzde 80’inin gelir vergisi de ödenmiyor. Bu paralar ya dolara, ya altına harcanıyor ve büyük olasılıkla banka kasalarına veya evlerdeki kasalara giderek sistem dışına çıkıyor ya da gayrimenkul alımı ve diğer tüketim malları alımına harcanıyor. Böylece esnaf kendisini enflasyona karşı koruyor ve bunun hakkı olduğunu düşünüyor. Bunun yapan yalnızca esnaf değil, avukat, muhasebeci, doktor, diş hekimi gibi serbest meslek sahiplerinin çoğu da aynı şeyi yapıyor. Türkiye’de bu yollarla biriktiği tahmin edilen sistem dışı 500 milyar dolar tutarında bir servet olduğu tahmin ediliyor. Bu kayıt dışı varlıklar bugünkü yüksek harcama düzeyinin ve yüksek talebin kaynaklarından birisini oluşturuyor. İnsanlar bu paraları, vergisini ödedikleri paralara göre çok daha kolay harcıyorlar haydan gelen huya gider yöntemi. Görünüşe aldanma Türk Atasözü Son bir yılda bankalar kâr rekorları kırıyor. Bunun iki nedeni var 1 Kaynaklarını çok ucuza topluyorlar. Mevduata verdikleri faiz yüzde 17 kur korumalı mevduatta adına açıkça faiz denmeyen faiz yüzde 80’i aşıyor olsa da 17 puanının üstünü devlet bütçeden ödüyor. Öte yandan bankalar TCMB’den aldıkları fonlara yüzde 14 faiz ödüyorlar. Demek ki kaynaklarının ortalama maliyeti kabaca yüzde 16,5’e geliyor. Buna karşılık bankalar kullandırdıkları kredilere yüzde 35 dolayında faiz alıyorlar. Aradaki fark olan 18 puan bankanın kazancı. Bundan bankanın masrafları düşülürse ciddi bir kâr oranı karşımıza çıkıyor. Bu durumda bankalar 1 Tasarruf sahibine enflasyonun çok altında faiz ödeyerek ve faizin bir bölümünü kur korumalı hesapla devlet bütçesine yıkarak, 2 Kredi kullananlara mevduata ödediklerinin iki katı faiz uygulayarak kâr ediyorlar. Bu büyük farklar nedeniyle bankalar kâr rekoru kırıyorlar. Gerçek öyle mi acaba? Enflasyonun yüzde 80 olduğu bir yerde bankalar yüzde 16,5 faizle mal ettiği bir kaynağı yüzde 35 ile kredi olarak kullandırdığında kâr ediyor mu? Görünüşe bakılırsa evet diye yanıtlamak mümkün. Ama eflasyon yüzde 80 ise bankaların kârları kâğıt üstünde demektir. Asıl olarak özkaynak kârlılığına baktığımızda böyle kârlar görünmüyor. Ayrıca aldıkları krediyi gelirin bir parçası olarak görenlerin çoğunlukta olduğu bir ekonomide o kredilerin ne kadarının geri döneceği de kuşkulu hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Sıcak Fırsatlarda Tıklananlar Editörün Seçtiği Fırsatlar Daha Fazla Bu Konudaki Kullanıcılar Daha Az 2 Misafir - 2 Masaüstü 5 sn 54Cevap 1Favori Daha Fazlaİstatistik Konu İstatistikleri Son Yorum 5 yıl Cevaplayan Üyeler 47 Konu Sahibinin Yazdıkları 5 Ortalama Mesaj Aralığı 30 gün 10 saat 9 dakika Son 1 Saatteki Mesajlar 3 Haberdar Edildiklerim Alıntılar 11 Favoriye Eklediklerim 1 Konuya En Çok Yazanlar paardon 5 mesaj kıpçak+kk 3 mesaj Face Of Melinda 2 mesaj burak_rq7 2 mesaj Rajeesh 1 mesaj Konuya Yazanların Platform Dağılımı Masaüstü 14 mesaj Mobil 13 mesaj Tablet 1 mesaj Konuya Özel quoteOrijinalden alıntı Mialonde Hem eğlenceli bir ortamdır. Alkolün gırla akması, alkolle beraber gelen o müthiş coşku ve dans ile kendinden geçmeler falan... Hem de karı kız düşüreyim diyorsan bunlar için de ideal ortamlardan biridir. Tabi herkes sevmek, beğenmek, gitmek zorunda mı değil. Çünkü bunlar zevk meselesi. Arabesk dinleyip arabesk konserine gitmek, rakının dibine vurmak... Ya da pop remix, trance, house vs dinleyip gece kulübünde sabahlamak... Ya da rock barda 5-10 dakika önce tanıştığın bir kızla öpüşmeye başlamak... adam noktayı koymuş sakin mekanlarda alkol alsan bile sen de sakin olursun ama gece kulüplerinde barlarda falan alkol aldığında ortama uyum sağlaman çok kolay olur düşünmeden içinden ne geliyorsa onu yaparsın hayatın zincirleri kırılır orada senin için şahsen ben bu saydıklarım yüzünden giderdim kızlara tabi ki hayır demezdim ama kızlara hep işin cabası olarak bakmışımdır bu yaşa kadar anlamadıysan bundan sonrada burda yazılanları anlayamazsın zaten kardeş boşver geçmiş senden işte sorgulama quoteOrijinalden alıntı paardon Anlamıyorum arkadaş şu olayı.. Kendini bile duyamayacak derecede ki bi müzik eşliğinde kişi başına düşen yarım metre karelik alanda hoplayıp zıplamanın eğlencesi nerede ? Ben mi hayattan zevk almayı bilmiyorum yoksa millet özentilik ve etiket merakı için sırf Facebook'ta etiket etmek için giden arkadaşlarım oldu. mi gidiyor ? hadi uyu artık sen Haftanın 5 veya 6 günü çalışmışsın yorulmuşsun, biraz içini boşaltmak yada stres atmak istersin gidersin arkadaşlarınla içersin içersin içersin, sonra kalkar bi güzel oynarsın sabah kadar şahsen bende işe yarıyor ... baba eğer eğlenceli bir arkadaş ortamın varsa zevk alırsın yoksa hiç gitme zaten ne kasıntı adamlarsınız lan quoteOrijinalden alıntı can_11 Arada sırada arkadaşlarla duygu enerjimi boşaltıp geliyorum eve. Sen çok yanlış yerlere gitmişsin hocam. Seni pogo'ya davet ediyorum. demekki club muzikle aran yok ben mesela yabanci muzik duyduğum anda yerimde duramam oynayasim gelir, bu sene mesela kemerde aura'da saat 12 den 3 kadar sırf oynadiğimi bilirim o kadar zıpladimki 3 gun boyunca ayaklarim ağirdi, bi yandan muzikler cok iyi bi yandan kari kiz bide okadar para soğüşlemişer bizden, dibine kadar son kuruşuna kadar eğlendik Deşarj olabilmek için, haftanın yorgunluğunu atıp yüksek ses müzik ile içinden geldiği gibi dans etmek için. Ha bana sorarsan dans etmem fakat eşlik ederim. quoteOrijinalden alıntı Alkolog Sakirt inbound şu forumdaki en gereksiz adamsın quoteOrijinalden alıntı Mialonde Hem eğlenceli bir ortamdır. Alkolün gırla akması, alkolle beraber gelen o müthiş coşku ve dans ile kendinden geçmeler falan... Hem de karı kız düşüreyim diyorsan bunlar için de ideal ortamlardan biridir. Tabi herkes sevmek, beğenmek, gitmek zorunda mı değil. Çünkü bunlar zevk meselesi. Arabesk dinleyip arabesk konserine gitmek, rakının dibine vurmak... Ya da pop remix, trance, house vs dinleyip gece kulübünde sabahlamak... Ya da rock barda 5-10 dakika önce tanıştığın bir kızla öpüşmeye başlamak... Ben de yorum yapacaktım ama arkadaş açıklamış her şeyi yerli yerinde. quoteOrijinalden alıntı Rajeesh ne kasıntı adamlarsınız lan Kasıntılıkla ne alakası var ki bunun ? Gece klubunden gece klubune degisir bu hocam. Simdi nasil anlatayim.. Kimisi gece kluplerine piyasa yapmaya, eller havaya gider, kimisi gercekten guzel muzik calan yerlere, daha agir basli insanlarin bulundugu yerlere gider. Gece hayatini cok seven biriyim, Istanbul'da yasiyordum, su an yurtdisindayim. Eller havaya olan yerler Reina, Sess, Supper Club sayicaklarima gore insan kalitesi daha dusuktur, alkolu arkasiyla alanlarin potansiyeli cok yuksektir. Her an kavga cikabilir. Gercekten kaliteli olan yerlerin kendine ozgu bir muzik tarzi vardir, insanlar cok daha kalitelidir. Eller havayaci olan kisiler bu kluplere Anjelique, Ulus 29, W Lounge kolay kolay gitmez, gidemez. Zaten iceri alicaklarini pek zannetmiyorum. Aslinda bu bir statu gostergesidir. Gorgusuz bir millet oldugumuz icin, gece kluplerinde elde bardan alinmis Votka-Redbull veya Viski, ve arka fondaki insanlari gosterip, Facebook'ta "Bu gece Reina yikilanzi babos." gibi captionlar koyup insanlara hava atmaktir, gipta ettirmektir. bisey soyliycem, bukreste yasiyorum gece kluplerinde basmadigim santim kalmadi sabahlara kadar ictim dans ettim hatta dans ederken kiz goturdum dusurdum ama yinede, konuyu acan arkadas hakli arkadaslar bana gelsin yada goturdugum kiz film izliyip takilip sohbet edelim daha iyi. ama yinede haftada 2-3 gece gidiyorum buda paradox iste. gereksiz insanlar takılıyor %90 o yüzden sevmiyorum yüksek baslı ve desibelli müzik, alkolün etkisini kat kat daha arttırıyor, loj ve led ışıklarla birlikte insan kendini daha özgür hissediyor ve özgüveni ortaya çıkıyor, dans etmeyen bir insan olsa bile kendini ritim tutarken bulabiliyor. düşük kalite bir club değilse zaten içeriye bayan arkadaşıyla girmiştir, zaten karşılıklı oturup sohbet etmek istese, karşılıklı içki içmek istese sakin bir bara otururlardı değil mi, clubların amacı birazda cinsel arzuları ortaya çıkarmak. biraz stres atmak, müziği bası içinde hissetmek... clublardaki başka bir gerçekte kimyasal madde alan insanların fazla tercih etmesi, içerdeki asayiş sorununu bir hayli arttırıyor bu insanlar, ama dediğim gibi düşük kalitede bi cluba gitmediyseniz bi hayli kendinizden geçebilirsiniz güvenli bir biçimde, oradan çıktığınızdada, herangi bir yatağa kendinizi attığınızdada o kulakların çınlaması, basların kafanın içinde vurması, kendini bitki gibi hissetmen ve alkolun tatlı cilveleriyle uyuyup kalmak, ertesi gün uyanmak. başın ağrıması, sert bi kahve içmek, günün yavaş geçmesi dez avantajlardan olsada, bu tür eğlenceleri rutinleştiren insanlarda git gide etkisini az gösterir bu dez avantajlar. neticede ben severim, ama eğlence anlayışım tek tipli bu yönde değil. yeri gelir slow müzikli bi barı tercih ederim, yeri gelir bu gece bi hoplayalım zıplayalım isterim. falan filan. tercih meselesi. quoteOrijinalden alıntı TheDcdy quoteOrijinalden alıntı can_11 Arada sırada arkadaşlarla duygu enerjimi boşaltıp geliyorum eve. Sen çok yanlış yerlere gitmişsin hocam. Seni pogo'ya davet ediyorum. Ben böyle bana fazla. Sayfaya Git Sayfa

bir insanın işleri neden ters gider